top of page

Zeynebim Zeynebim

Zeynep iri yarı bir kadındır. Rizeli, güçlü, kuvvetli bir kadın. Bana ev işlerine yardıma gelir. Ağır bir aksanı vardır. Rize1nin bir dağ köyünden.

O bana ev işlerinde yardım eder. Ben de ondan hayat bilgisi dersleri alırım. Kendi dünyası içinde başarılı bir kadındır. Kendiyle, kurmuş olduğu hayatıyla, ekmek fırınında çalışan kocası, kızlarıyla, oğullarıyla, torunlarıyla, hülasa, kendisiyle barışık, gerçek bir kadın,insandır.

Gelirken her zaman sokak simidi getirir. Ben de, geç saatlere kadar ayakta kalmamış isem, hemen çayı ocağa koyar, kahvaltı hazırlamaya koyulurum. O temizliğe başlamadan kahvaltı masasında sohbet ederiz. Bu kahvaltı muhabbetinden çok hoşlandığını bilirim. Sofrayı özenle kurduğumu bilir. Önemli bir misafire sofra nasıl kurulursa ki benim böyle bir ayrımım yoktur (onun duruma böyle baktığını biliyorum) ona kurduğum sofra da öyledir. Organik tarıma, organik beslenmeye düşkünlüğümü bilir ve soframdaki çoğu organik olan herşeyden zevk alır. Ben de onunla sohbetten ve kahvaltıdan aynı şekilde zevk alırım.

Bu sabah kapı çaldığında, rüyamın en önemli yerinden uyandım. İtalya'da kalabalık bir meydandayım. Bulunduğum yer İtalya'nın rüyamdaki farklı bir versiyonu ama İtalya, bunu biliyorum. İnsan kalabalığının arasından kendime yol açmaya çabalıyorum. İzin verin geçeyim diyorum. Konuştuğum dil ne İtalyanca, ne Türkçe, ne de İngilizce veya bildiğimiz başka bir dil. Rüya dili. İzin verin geçeyim. İnsanlar sağa sola çekilip geçmem için yol açıyorlar. O sırada kapı çalıyor. Zeynep geldi.Kapıyı açıyorum. Elinde simitler, “günaydın” diyerek içeri giriyor.

“Günaydın zeynepcim. Dün gece geç saatlere kadr çalıştım. Yarım saat daha uyuyayım.” diyorum içeri aldıktan sonra. “Tamam, tamam, sen işine bak” diyor. Yarım saat kadar sonra, yatakta kendimi Dünya'ya uyumladıktan sonra kalkıp mutfağa giriyorum. Çayı ocağa koyup, kahvaltı sofrasını hazırlıyorum.

Laf lafı açıyor. Televizyona film yapan bir yapımcı hanıma da gidiyor işe. Paralel yaşamlar, başka yaşam biçimleri üzerinden sohbetler ediyoruz. Laf nereden şimdi bahsedeceğim konuya geldi, tam kestiremiyorum fakat sanıyorum şöyle oldu:

-Zeynepcim, şurdan bana bir dilim ekmek verir misin?

Simit faslını tamamlayıp bal vs. ile kahvaltımı tamamlamak için ekmek istiyorum. Ekmeği alınca önce bir kokluyorum.

-Çok güzel bir ekmek bu. Siyez buğdayından yapılıyor. Ortaköy'de çok güzel bir fırın var. Tarihi bir fırın. Oradan alıyorum.

-Benim kocamın çalıştığı fırının ekmekleri de çok güzel. Geçenlerde çocuklar gelmişti. Evde ekmek yoktu. Bakkaldan alayım dedim. Sanki çamur. Kimse elini sürmedi.

-Ekmeği kocan mı getirir hep?

-Evet, hep o getirir. Ramazanda pideleri çok güzel oluyor.

Konuşurken beynimin içinde pencereler açılıyor. Şimdi açılan pencereden rahmetli babamı görüyorum. Ekmek fırınında çalışmazdı ama, o hep enerjisi çok yüksek hevesli haliyle elleri kolları dolu olarak eve gelirdi. Ramazan aylarındaki geleneksel sofralarımızı ince,uzun pidelerden yaptığı talıyı hatırladım. Bir şey söylemedim. Belki içimi çekmişimdir. Belki tebessüm etmişimdir.

-Ayy, evet.Ramazan aylarındaki o pideler çok iyi oluyor.

-Sahurda pide getirir hep benim kocam.

-Sahurda mı? İftar demek istedin herhalde.

-Yok sahur. Ramazanda sahura kadar çalışıyor.

-Peki, o zaman gündüz uyuyordur herhalde.

-Zaten saat dörtten sonra işbaşı yapıyor.

-Gece geç geliyor o zaman. Gülüyorum. Daha iyi, rahat edersin. Yorgun argın eve gidip bir de kocaya yemek hazırlamakla uğraşmazsın.

-Öyle bir sorunumuz yok. O geldiğinde ben uyumuş oluyorum zaten.Kendisi ne bulursa, onlarla hazırlar bir şeyler.

-Dışarı bakıyorum.

-Oğuz (oğlum) evde yoktu bir kaç gündür. Dün geldi. Ben de iki türlü tatlı yaptım bir türlü yetmezmiş gibi. Yine güldüm.

-Ben de geçenlerde çocuklara ayva tatlısı yaptım.

-Aaa o çok güzel olur. Mevsimi geçmeden ben de yapayım. Sen nasıl yapıyorsun? O koyu rengini verebiliyor musun?

-Tabi. Çekirdeklerini içine koyuyorum. Ben oturur, ayvaları ortadan ikiye ayırıp, tek, tek, çekirdeklerini ayrı bir tabağa alırım. Sonra onları tencereye döşerim. Geniş bir tencerede yapıyorum. Ayvalar tek tek sığsın diye. Servis ederken de üstüne öğütülmüş fındık, ceviz koyarım.

-Su koyuyor musun pişirirlen ?

-Yok o şekerle, yavaş ateşte kendi buharıyla pişiyor. Suyunu bırakır zaten.

-Göbeğine rendelenmiş elma da koyuyorlar. Tarçın, karanfil filan da...

-Yok ben onları koymuyorum.

-Ben de yapayım mevsimi geçmende. Çok da faydalı biliyorsun. Artık havalar ısınıyor. Bahar geliyor.

-Bu sene hiç doğru dürüst yağmur yağmadı. Kuraklık olacak.

-Yağdı yaa Zeyep, yağar daha.

-Ama kar da yağmadı doğru düzgün.

-Burası İstanbul. Sağı solu belli olmaz. Bi bakmışsın, Mart'ın ortasında kar yağmış. Bir keresinde Nisan'da kar yağdı. Genç kızdım. Bir hafta işe gidememiştim.

-İşte, toprakda kar durmayınca toprak suya doymuyor. Olmuyor kar yağmadan. Yağması lazım. Köyde lahanaları bir görsen. Bir tanesi bir sepeti doldurur. Kar yağmadı ya, manyak gibi büyümüşler.

-Eee, kim topluyor onları?

-Herkes kendi bahçesindekini topluyor. Çok fazla olmuş bu sene. İneklere de veriyorlar.

-Ooooh, o ineğin sütü de ne güzel olur. Lahana çok faydalı bir sebze biliyorsun.

-Tabi, çok güzel olur. Lahana ineğin sütünü artırır. Bir de, fazla lahana olunca, onu kuruturuz. Sonra suda kaynatıp içine biraz mısır onu filan, artık faydalı ne varsa katar veiririz hayvanlara.

-Doğu Karadeniz'de bol bol lahana yiyor insanlar ne güzel. O yüzden pek kilolu insan da olmaz orda.

-Yok beee. Lahanadan değil. Çalışıyorlar.

-Olur mu Zeynepcim? Sen de çalışıyorsun. Eve döndüğünde yemek yoksa ne yapıyorsun? Pizza siparişi veriyorsun. Veya hamburger istiyorsun. Doğru mu?

-Evet valla öyle oluyor.

-Eee? Köyde olsan, pizza mı sipariş edecektin?

-Yok tabi, onlar hep doğal şeyler yiyorlar.

-Mesele sadece lahana değil tabi.

-Tabi canım herşey doğal oralarda.

-Korelilerin de beyaz lahanadan yaptıkları acılı bir yiyecekleri var. Millet zayıflamak için ondan yiyor. Çok lezzetli bir şey.

-Haaa? Biz lahana çorbasına barbunya, iç yağı filan da koyarız.

-Tabi biliyorum.

-Mısır varsa, mısır da. Burda insanlar soğanla kavurup garip bir çorba yapıyorlar. Ben bu sene iç yağımı kendim hazırladım.

-Sahi mi? Bravo vallahi sana.

Bunları konuşurken, Cxala'da, köydeki evim geliyor aklıma. Gözümde canlanıyor. Burnumda tütüyor, dağların dinginliği.

-Sen konuşurken köydeki evim geldi aklıma. Özledim. Gidebilirim inşallah.

-Ha ha ha...

-Gidince en az bir ay kalmak lazım.

-Onbeş gün de yeter. Çok da fazla kalınca sıkılıyor insan.

İçimden, ben sıkılmam, dediysem de, dillendirmedim. Genellikle sıkılmak meselesi olmadığı için benim dünyamda. Zaten bir ay boyunca oralarda kalmak gibi bir lüksüm olamıyor hiç En son gittiğimde proje sahiplerinden biri "whatsup" üzerinden o kadar mesaj yazmıştı ki, tadım tuzum kalmamıştı. Dağın tepesine baz istasyonu kurdurmuşlar. Artık her yerde internet. Hoş şikayet etmiyorum. Onun da çok iyi tarafları var.

-Haklısın. O kadar da yeter.

-Biz gidecektik geçen gün, ama biletleri aldık. Sonra iptal ettik. Tam gideceğimiz günden önce halam hastalandı. Ekonomik biletti. Yandı gidiş dönüş biletlerimiz. Ondokuzunda halam öldü. Biz yirmisinde gittik. Cenaze arabasının peşinde.

-Başınız sağ olsun. Ne oldu ki, hasta mıydı?

-Birden bire hastalandı.

-Nasıl yani, grip filan mı oldu? Yaşlı mıydı?

-Vardı yeşı seksenin üzerinde. İki aylığına buraya gelmişti.

-Aslında köyde mi yaşıyordu?

-Evet, buraya çocuklarının yanında kalmaya gelmişti.

-Ölmeye gelmiş.

-Kader işte. En son torununun evinde kalırken gece kalkmış. Göğsümde bir sancı var, demiş. Kız da herhalde ne olduğunu tam anlamamış. Sonra yatmış halam. Gece yarısından sonra saat üç gibi tuvalete kalkmış. Kendi kendine söyleniyormuş: Senin ne işin var elin evinde? Niye kendi evinde, yurdunda durmazsın? Niye geldin buralara? Sesini duyunca torunu kalkmış yanına gitmiş. Neyin var, diye sormuş. Göğsümde sancı var, demiş. Kalbinin olduğu yeri gösteriyormuş. Ertesi sabah hastaneye götürmüşler. Doktor muayene etmiş. Hiçbir şeyin yok, demiş. Ama halam, buramda çok kötü bir sancı var. Bana ne yapacaksan yap. İğne mi vuracaksın, ne yapacaksan, yap. O zaman, demiş doktor, bir kontrolden geçirelim seni. Sedyeye EKG çekilsin diye yatırdıklarında komaya girmiş. Birkaç gün yoğun bakımda kaldıktan sonra kalp krizinden ölmüş.

Ben hikayeyi duyunca biraz da kızgınlıkla, fakat belli etmeyerek, ah yazık! Dedim.

-Kalp krizi geçirdiği belliymiş en başından. Yazık kadına. Keşke bir aspirin verip hemen hastaneye yetiştirselerdi.

-Aspirin mi?

-Yani, hastaneye gidene kadar yapılabilecek şeyler. Üğürürcesine öksürtmek, suda eriyen aspirin, vs.

-Ne bileyim, bilemediler herhalde.

-Senin de aklında bulunsun.

-Bir hane eksildi işte. Zaten kimsesi yoktu, yalnız yaşıyordı.

-Öyle deme, yalnız yaşaması onun mutsuz olduğu anlamına gelmez. Dünyaya gelmiş hiç bir canlı kimsesiz değildir. O da yaradanın eseri.

-Evet, hayvanları çok severdi. Emekli maaşını alınca hep hayvanlara bir şeyler alırdı. Gömüldükten sonra günlerce kedisi mezarının başında dönüp dönüp miyavladı. Evinin bahçesine gömdük onu.

-Yazık kadına. Köyünde, evinde kalsa, belki de kalp krizi geçirmez, ait olduğu yerde biraz daha yaşar veya daha mutlu ölürdü.

Susuyoruz ikimiz de.

İkimiz ce hayatlarımızın ne kadar kırılgan, geçici, uçucu olduğu konusunda hemfikiriz. Bugün varsıni yarın yoksun. Bugün görüyorsun, yarın görmeyeceksin.

Ve... Geriye, yalnızca soframızdaki muhabbetin, nimetlerin, sahip olduğumuz şu anın kıymetini bilmek kalıyor. “Çay koyayım mı?” diyor Zeynep. “Koy, birer tane daha içelim.” diyorum.

“Çay güzel olmuş.” diyor Zeynep. O işine koyuluyor, ben de bu anı yazıya dökerek sabitlemek üzere masa başında oturuyorum.

Zeynebim, Zeynebim... diyerek bir türkü tutturuyorum.

Bu yazıyı daha iyi hissedebilmek için dinleyebilirsiniz: Mircan - Chinka Spotify

Featured Posts
Recent Posts
Search By Tags
Follow Us
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Google Classic
bottom of page